15 Kasım 2012
Yasadışı devletin kuruluş
ilanını tüm gücümüzle mahkûm etmek için burada, Orfeas barikatında bu yıl da toplandık.
“Kıbrıs yeniden birleşebilir ve birleşmelidir” diye haykırmak için bu yıl da
buradayız. “Kıbrıs halkı, kendisini tehdit eden ordular ve kendisini bölen tel
örgüler olmaksızın, doğduğu topraklarda barış ve özgürlük içerisinde
yaşayabilir ve yaşamalıdır” diye haykırmak için bu yıl da buradayız.
Sözde “Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti”nin kuruluşuna yönelik Ankara’nın direktifi 14 Kasım 1983 akşamı
Rauf Denktaş’ın eline ulaşmıştı. Ertesi sabah bu emir yerine getirildi. Üç gün
sonra Denktaş BM Güvenlik Konseyi’nde konuşurken, Tanrı’ya şükür ederek, artık
devletinin, ülkesinin ve halkının var olduğunu söylüyordu. Bu sözlerle
direktifi veren Ankara’nın planını ve niyetini özetliyordu. Denktaş’ın ve yandaşlarının
Kıbrıstürk toplumu içerisinde yerleştirmek istedikleri ideolojik anlayış bu sözlerde
özetleniyordu. 1974 Temmuzunda Türkiye’nin yasadışı istilası ilk adımdı.
Türkiye Kıbrıslıtürkleri koruyacak milli kurtarıcı olarak ortaya çıkmıştı. Dokuz
yıl sonra, işgalci güç ikinci adımı atmanın, işgalin yasadışı devleti
“doğurması”nın vaktinin geldiği değerlendirmesini yaptı. Böylece Kıbrıstürk
toplumunun ayrı bir halk olduğu, ancak aynı zamanda Türkiye’nin bir parçası
olarak kalmaya devam ederek, Denktaş’ın şahsen ve siyasi anlayış olarak Türk
milletinin Kıbrıs’ta meşru temsilcisi olacağı ayrı bir “devlet”i de olabileceği
tezi Kıbrıslıtürkler içerisinde geliştirilebilecekti.
Türkiye yasadışı devletin
kuruluşunu ilan ederek ortaya koyduğu bölücü hareketle uluslararası hukuku bir
kez daha çiğnedi. Aynı yıl içerisinde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tam egemenliğini
ilan ederek, bütün işgal ordularının Kıbrıs’tan ayrılmasını isteyen kararı alan
BM’yi Türkiye tahrik edici bir şekilde görmezden geldi. Yasadışı devleti hiçbir
zaman tanımayan ve kuruluşunu daha ilk andan itibaren mahkûm eden tüm
uluslararası toplumu tahrik edici bir şekilde görmezden geldi ve bugüne kadar
da görmezden gelmeye devam etmektedir.
Yasadışı devletin varlığını bir kez
daha mahkûm ederken, ülkemiz aleyhine önceden planlanarak işlenen tüm suçları
ve bu suçların tüm aşamalarını mahkum ediyoruz. Bu suçların NATO’nun ve
Ankara’nın karargâhlarında hazırlandığı Meclis’in Kıbrıs Dosyası Raporu’nda da
teyit edilmektedir. Emperyalizm Soğuk Savaş koşullarında kendi stratejik
çıkarlarına hizmet eden planlara Kıbrıs’ı dâhil etmenin yollarını 1974
öncesinde yıllarca aramıştı. Denktaş taksim için aceleleri olmadığını, fırsatın
kendilerine sunulmasını bekleyeceklerini hain darbenin ve istilanın on yıl
öncesinde imalı bir biçimde dile getiriyordu. Ancak Yunanistan’da ve Kıbrıs’ta
onlara yardımcı olma niyetinde olan eller olmasaydı, ne NATO’nun ne de
Türkiye’nin planlarını yaşama geçiremeyecekleri tarihsel olarak kanıtlanmış bir
gerçektir. Eğer Yunanistan Cuntası adeta bir köle gibi onların emirlerine boyun
eğmeseydi, darbe öncesi dönemdeki faaliyetleriyle Grivas ve EOKA-B silahlarını
demokrasiye, Makaryos’a ve halkımıza çevirmeselerdi, Makaryos’u devirmek için
bir biri ardına planlar yapmasalardı, Cunta EOKA-B ile birlikte 15 Temmuz
1974’te bu planları uygulayıp, Türkiye’nin Kıbrıs’ı istila etmek için aradığı
fırsatı vermeselerdi bu planları yaşama geçiremeyeceklerdi.
O günden bugüne tel örgülerin iki yanında da
halkımız aynı sebeplerden dolayı acı çekmektedir. Türk ordusunun varlığından,
Kıbrıslırumları da Kıbrıslıtürkleri de tehdit eden yasadışı bir şekilde nüfus
taşınmasından, tel örgülerden, temel insan haklarından mahrum bırakılmasından dolayı
acı çekmektedir. O zamandan bugüne kadar istila ve işgalin sonuçlarına karşı
mücadele etmeye bir an bile ara vermedik. Kıbrıs sorununa adil, işler ve
yaşayabilir bir çözüm bulunmasını hedefledik. 1977’de Kıbrıstürk toplumuyla ve
uluslararası toplumla üzerinde anlaştığımız ve daha sonraki yıllarda da teyit
ettiğimiz çözüme ulaşmayı hedefledik. BM kararlarında belirtildiği şekilde siyasi
eşitliğin olacağı iki bölgeli iki toplumlu federasyon çözümüne ulaşmayı
hedefledik.
Cumhurbaşkanı Hristofyas üzerinde anlaşmaya varılan
bu çerçeveye bağlı kalarak müzakerelerde bulundu. Türk uzlaşmazlığını aşmak ve Annan
Planı’nın reddedilmesinin ardından uluslararası toplumun bir kesiminin haksız
bir biçimde koydukları tecritten Kıbrıs’ı çıkarmak için çok zor ve çetin bir
görevi üstlendi. Bu iki cephede de, hem görüşme masasında hem de Kıbrıs
sorununun uluslararasılaştırılmasında Cumhurbaşkanı Hristofyas başarılar
kaydetti.
Müzakere çerçevesi hakkında anlaşmaya varıldı;
siyasi eşitliğe BM’nin verdiği içerik ve tek egemenlik, tek uluslararası kimlik
ve tek vatandaşlık ilk kez olarak Kıbrıstürk toplumu tarafından kabul edildi.
Nereden başladığımız göz önüne alındığında, bunlar ileriye doğru önemli
adımlardır. DİSİ döneminde on yıl boyunca yaşanan erozyonlar ve hatta BM’nin
kendisinin Türk tarafına her şeyin masaya konmasının yolunu açması ve bunu
izleyen hepimizin bildiği gelişmeler göz önüne alındığında, bunlar ileriye
doğru adımlar olduğu görülmektedir. Başkanlık Konseyi’nden Cumhurbaşkanlığı
sistemine geçiş, yabancı hâkimlerden kurtulma, yaşamsal konularda federal
yetkilerin güçlendirilmesi ve daha başka hususlar gibi, görüşmelerin içeriğinde
de önemli iyileştirilmeler sağlandı.
Cumhurbaşkanı Hristofyas müzakerelerde bulunduğu
süre boyunca iç cephede karşı karşıya kaldığı polemikler kadar uluslararası
toplumun önemli bir kesiminden destek gördü. Öncelikle ve temel olarak BM,
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tezlerinin adil olduğunu kabul etti. İlkeler temelinde
Kıbrıs’ın verdiği mücadeleye desteklerini ifade eden ve etmeye devam eden
önemli ülkelerin liderleri de bunu yaptı. Sadece ve sadece Münhasır Ekonomik
Bölge ile ilgili anlaşmaların imzalanmasıyla ve doğal gaz bulunması için
araştırmaların başlamasıyla kaydedilen büyük başarıdan Dimitris Hristofyas’ın
dış politikasının önemli sonuçlar verdiğini tespit edebiliriz. Acaba o, bazılarının
onu göstermek istedikleri gibi yalnızlaştırılmış, yeteneksiz, yetersiz ve dogmatik
bir Cumhurbaşkanı olsaydı, araştırmalar başlarken Türkiye’nin adeta eli kolu
bağlı bir şekilde tepki gösteremez bir durumda olması ve Güvenlik Konseyi’nin
istisnasız bütün üyelerinin Kıbrıs’ın yanında yer alması başarılabilir miydi? Türkiye’nin
tehditlerini bir kez daha boşa çıkararak, Avrupa Birliği Dönem Başkanlığı
görevini bu kadar başarıyla yerine getirebilir miydi?
Ortaya konan tüm çabalara rağmen, görüşmelerde
iyimser olmamamıza müsaade edecek derecede ilerleme kaydedilmedi. Bu durum
teslim olmamız gerektiği anlamına mı geliyor? İşgali kabul etmemiz ve onunla
uzlaşmamız gerektiği anlamına mı geliyor? Bir çoğununun aklından bunun geçtiği
söylenebilir. Özellikle ekonomide zorluklarla karşı karşıya olduğumuz bugünkü
koşullarda, kimileri Kıbrıs sorununu akıllarında ikinci sıraya koydular. Ancak
sonuçta Kıbrıs sorununa bir çözüm bulunamazsa, şu anda yönetmeye
çalıştıklarımızdan, gelecek için inşa etme mücadelesinde olduklarımızdan hiç
birinin anlamı olmayacaktır. Çünkü çözümsüzlük tüm olumsuz sonuçlarıyla taksim
demektir.
Bu nedenle de, küçük siyasi hesaplarla seçimlerde
izlenim yaratma hedefiyle Kıbrıs sorunu kullanılmaması gerektiğinde ısrar
ediyoruz. Ancak ne yazık ki kurtarıcılar olarak ortaya çıkan Sayın Anastasiadis
ile Sayın Lillikas’ın Kıbrıs sorununa böyle yaklaştıkları açıkça görülüyor.
Onlar argümanlarını yalan ve kandırmaca üzerine inşa ediyorlar.
Birinci yalan ve aldatmaca onların birliğin inşası
hakkındaki sloganlarında görülmektedir. Sayın Anastasiadis bir öneri üzerinde
Ulusal Konsey’in %75’i hemfikir olduğu takdirde, bunu Kıbrıs sorununda resmi
öneri olarak sunacağını ilan etti. Sanki böylesi bir şeyin olmasının tek
koşulunun, DİSİ’nin onayı olduğunu anlayamayacak kadar saf insanlara hitap
ediyor. Sayın Lillikas ise halkı kendi ifadesiyle “ulusal mucizeyi”
gerekleştirmeye çağırıyor. Acaba hangi ulusal mucizeyi arzuluyor?
Onların taktiklerine ilişkin ikinci yalan, ikinci
kandırmaca da burada görülmektedir. Sayın Lillikas mucizeyi nasıl başaracak?
Eğer kendisinin ilan ettiği gibi, müzakerelere sıfır temelden başlamaya
kalkışırsa, Türkiye’nin masaya resmi olarak taksim tezini koymasını kim
engelleyecek, nasıl engelleyecek? Uluslararası toplumun güçlüleri kimi
destekleyecek? Bizi mi yoksa Türkiye’yi mi? Diğer taraftan, Sayın Anastasiadis’in
de bizi aynı sonuca götürmek istediği görülüyor. Sayın Anastasiadis’in
Cumhurbaşkanı Hristofyas’tan daha “yumuşak bir yaklaşımı” olduğunu söyleyen
Serdar Denktaş da belki bundan dolayı onu tercih ediyor. Çünkü Sayın
Anastasiadis dış politikayı “derinleştireceğini” söylerken, Hristofyas hükümetinin
ve AKEL’in bilinçli olarak yapmadığını yapmadıklarını yapmaktan, Kıbrıs’ı
NATO’ya ve onun programlarına katmaktan başka bir şeyi kast etmiyor. Sayın
Anastasiadis, müteveffa Tasos Papadopulos’un da dediği gibi “Kıbrıs’ın yeni askeri olacağı, Türkiye’nin
de albayı olduğu” yere Kıbrıs’ı katmaktan başka bir şeyi kast etmiyor. Eğer
Kıbrıs Türkiye’nin iki numaralı güç olduğu bir örgüte katılırsa, eğer BM
çerçevesinden çıkıp, NATO çerçevesinde görüşme noktasına varırsak, Türkiye’nin
taksimi başarmasını kim engelleyecektir? Sayın Anastasiadis NATO’nun
önceliğinin, Türkiye’nin çıkarlarının savunulması olduğunu duymamayı tercih edecek
kadar dogmatik midir? NATO Genel Sekreteri Türkiye ile Suriye arasında
yaşananlar hakkında bir kaç gün önce yaptığı açıklamada, “NATO’nun müttefiki
Türkiye’yi korumak ve savunmak için gereken her şeyi yapacaktır. Türkiye’yi
koruyabilmemizi ve savunabilmemizi sağlayacak pek çok planımız var” dedi.
Üçüncü yalan ve kandırmaca da onların stratejik
hedefidir. Sayın Lillikas gerek Dışişleri Bakanı olduğu, gerekse siyasi sahnede
bulunduğu süre boyunca iki bölgeli iki toplumlu federasyonun en azından sözünü
ediyordu, bugün ise bunu reddediyor. Sayın Anastasiadis ise iki bölgeli iki
toplumlu federasyon hakkındaki bir anlaşmadan başka bir şey olamayan 8 Temmuz
Anlaşması’na bağlı kalmamız konusunda herkese ders verirken, bugün seçilmesi
durumunda hedefleyeceği çözümün biçimini dahi net olarak ortaya koymaksızın
suları bulandırıyor. Ancak hem Sayın Lillikas, hem Sayın Anastasiadis en iyi
çözümün “gevşek federasyon” olduğu konusunda anlaşıyorlar. Sayın Lillikas bunu
Kıbrıs sorunu hakkında bizzat kendisinin yazmış olduğu kitapta ortaya koydu.
Sayın Anastasiadis ise seçimleri kazanabilmesi için diğer muhalefet
partilerinin desteğine ihtiyacı olduğunu tespit ettiği güne kadar büyük bir
tutkuyla bu düşünceyi savunuyordu.
Pek çok kez söyledik ve bir kez daha tekrar
ediyoruz: vatanımız ne Sayın Lillikas’ın retorik söylemlerine, ne de Sayın
Anastasiadis’in tehlikeli mutasyonlarına emanet edilemeyecek kadar kritik bir
evrede bulunmaktadır. Bu nedenle de Şubat ayında yapılacak Cumhurbaşkanlığı
seçimlerinde Kıbrıs halkı mutasyonlara uğramayan ve sahte vatanperverlikler
ortaya koymayan, halka dürüst olarak hitap eden, ülkemizi yeniden birleştirmek
için tek yolun ilkelerde tutarlılık, üzerinde anlamaya varılanlara bağlılık
olduğunu bilen bir insana güven gösterecektir. Kıbrıslırumların ve
Kıbrıslıtürklerin ortak sosyal ve siyasal mücadelelerinin gücüne inanç olduğunu
bilen bir insana güven gösterecektir. Kıbrıs halkı Cumhurbaşkanlığı
seçimlerinde Stavros Malas’a güven gösterecektir.
Sahte devletin ilan edildiği gün partimiz bu ilanın
hedefinin neye hizmet ettiğini değerlendirerek, bunun “Kıbrıs’ın kalıcı olarak taksimini hedefleyen yasadışı bir hareket”
olduğunu ve böylece Kıbrıs’ın “Türkiye
tarafından tamamen işgaline ve Amerikancı-NATOcu emperyalizmin üssüne dönüştürülmesine
götürecek çifte enosis çizgisini ilerletmenin koşullarının yaratıldığını”
belirtmişti. Kıbrıs halkına işgalci Türkiye’nin tahriklerine rağmen haklı mücadelesine
devam etmesi çağrısında bulunduk. Hem Kıbrıslırumlara,
hem de Kıbrıslıtürkler’e seslenerek, bugün de bunu tekrarlamak istiyoruz.
Ülkemizin yeniden birleşmesi için
mücadele etmemiz gereksinimi bugün her zamankinden daha fazladır. Türkiye bugün
sadece Kıbrıslırumları tahrik etmiyor, Kıbrıslıtürkleri de tahrik ediyor. Türkiye
Başbakanı “Kıbrıs diye bir ülke yok”
diyerek tüm Kıbrıslıları tahrik ediyor. Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası Genel
Sekreteri ona “eğer Kıbrıs diye bir ülke
yoksa, ülkemizde ne işiniz var?” yanıtını verdi. Sayın Erdoğan Kıbrıs’ın
var olduğunu çok iyi biliyor. Yaklaşık bir yıl önce Kıbrıslıtürklerin kitlesel eylemlerine
öfkelenerek “Türkiye gitsin diyorlar. Sen
kimsin? Orada benim askerlerim, şehitlerim ve gazilerim var, stratejik çıkarım
var” diyen Sayın Erdoğan’ın bizzat kendisi değil miydi? Kıbrıslırumlar ve
Kıbrıslıtürkler ona hep birlikte bir tek sesle kim ne olduğumuz ve ne
istediğimiz yanıtını verelim. Biz bu ülkeyi alın terleriyle ve kanlarıyla
sulayanlarız. Bu vatanda mücadeleleriyle ve fedakârlıklarıyla yaşamımızı
inşa edenleriz. Kıbrıs’ın düşmanlarının ve kuklalarının yırtıcılığının
kurbanlarıyız. Acı çeken, ağlayan ve şiddet yoluyla evlerinden sökülüp, dikenli
tellerin ötesine atılanlarız. Ülkenin yeniden birleşmesi ve kurtuluşu umudunu bugüne
kadar canlı tutmaya çalışmakta ısrar edenleriz. Ve bunu başaracağız. Çünkü bu
vatan sadece kendi halkına aittir. Ve şairin de yazdığı gibi “ne kadar zaman geçerse geçsin, siz onun dostu
olamazsınız”.
Ülkemizin yeniden birleşmesi ve
kurtuluşu için mücadeleye devam edeceğiz. Ülkemiz ve halkımız barış ve özgürlüğe
kavuşuncaya kadar mücadeleye devam edeceğiz.
Δεν υπάρχουν σχόλια:
Δημοσίευση σχολίου