“Özgürlük,
eğitim, iş için mücadelelerimizi güçlendiriyoruz” belgisi altında
4, 5 ve 6 Ocak
2013 tarihlerinde Lefkoşa’da yapılacak olan
EDON’un 17.
Kıbrıs Kongresi’ne yönelik tezlerinden bölümler:
BÖLÜM I
Dünyamız ve Sol
(a)
Uluslararası Gerçeklik
Küresel ekonomik kriz
Birleşik Demokratik Gençlik Örgütü EDON’un 16. Kıbrıs Kongresi sonrası
geçen 3 yılda uluslararası alanda küresel kapitalist krizin derinleşmesi hâkim
olmuştur ve bu gerçeklik, Marksist klasiklerin teorik analizlerini haklı çıkarmaya
devam etmektedir.
16. Kongre tezlerinde de belirttiğimiz gibi, yaşanan küresel kriz, kapitalizmin
son yıllarda kaydedilen alışılmış dönemsel ve sınırlı krizlerinden farklıdır. Bu
krizin, başlangıçta finans piyasalarının krizi olarak ortaya çıkmasına rağmen,
sistemin kalbi ve doğrudan üretim ilişkileriyle ilgili olması sebebiyle, daha
büyük bir derinliğinin olduğu ve daha uzun sürdüğü her geçen gün kanıtlanmaktadır.
Kapitalizmde üretimi arttırmak için tek motivasyon daha fazla kârın teminat
altına alınmasıdır. Sermaye, toplumun ihtiyaçları ile ilgilenmez. Daha fazla
kâr elde etmek için, faaliyetlerini genişletir, daha çağdaş teknolojiyi getirir,
çalışanların sömürüsünü arttırır ve piyasaya daha fazla hizmet ve daha büyük
hacimde mal sürer. Sermayenin kârını arttırma yönündeki açgözlülüğü ve yegâne yaratıcılığı,
ekonomik refah döneminde toplanan birikmiş sermayenin tekrar yatırıma dönüşmesi
ihtiyacının bir getirisi olarak finansal yan ürünlerin veya "toksik"
ürünlerin oluşturulmasına sebep olmuştur.
Rekabet adına, neoliberal kapitalist kalkınma modelinin, tüm dünyada bedeli
ne olursa olsun halklar ve çalışanlar aleyhine dayatılma çabası krizin şiddetli
bir şekilde patlak vermesine katkıda bulunmuştur. Diğer taraftan, bu krizin
sistem krizi olduğu ve doğrudan kapitalizmin doğasıyla bağlantılı olduğu açıkça
görülmektedir. Krizin kökleri, üretimin toplumsal bir karaktere sahip olmasını,
ama üretimin sonucunun da bir azınlık tarafından gasp edilmesini isteyen
kapitalizmin temel çelişkisinde bulunmaktadır.
Tam da bu nedenden dolayı, toplumun tümünü ilgilendirmektedir. Dünyanın
kapitalizmin kendini türetme zorluğu çektiği bölgelerinde insanlar açlığa,
yoksulluğa ve sefalete mahkûm edilmektedir. Bu bölgelerden kapitalizmin
geliştiği ülkelere doğru –bu ülkelerin bunu sürekli sınırlama çabalarına
rağmen– büyük göç dalgaları başlamakta ve bu dalgaların boyutları ve sıklıkları
da özellikle umutsuzluk sebebiyle artmaktadır. Göç dalgaları izlenen farklı
politikalarla sonuç alıcı bir şekilde denetlenememektedir.
Kâr uğruna çevre de feda edilmektedir. sermaye tarafından ekosisteme yapılan
düşüncesiz müdahalelerin bir sonucu olan doğal felaketler artık alışılagelmiş
bir fenomen halini almıştır ve insanlık ise buna karşı mücadele etmek için tepki
göstermekte zaaf göstermektedir. Aynı zamanda kapitalizmin gelişmiş olduğu ülkelerde
de durum benzer bir şekilde trajiktir. İşsizlik sürekli olarak artmakta ve
artık her ekonomik konjonktürden bağımsız olarak daimi bir karakter
sergilemektedir. Avrupa ülkelerinde sosyal devlet erozyona uğramakta, çalışanların
ve emeklilerin maaşları düşürülmekte, çalışma saatleri arttırılırken ucuz ve
esnek çalışma yasallaştırılmakta, kamu kuruluşları özel sektöre satılmaktadır. Aynı
zamanda ülkeler, işletmeler ve insanlar ağır derecede borç içinde bulunmaktadırlar.
Krizin ortaya çıkmasından beş yıl sonra, küresel ekonomik oligarşi,
sermayenin küreselleşmesinin adaletsiz, eşitsiz ve zorba karakterini saklama çabasında
zorluklarla karşılaşmaktadır. Bununla birlikte çalışma ilişkilerinin düzensizleştirilmesi,
esnek çalışma modellerinin dayatılması, çalışanların haklarının ihlal edilmesi,
sosyal devletin daraltılması, başta sağlık hizmetleri ve eğitim olmak üzere
sosyal refahın önemli alanlarının ticari hale getirilmesi ve kamu sektörünün
özel sermayeye satılması, yani temel olarak halk karşıtı politikaların
dayatılması ile neoliberal küreselleşmenin idealleştirilmesi operasyonu devam ettirilmektedir.
Özünde krizin yükünü çalışanların ve halk katmanlarının sırtına yüklemeye çalışıyorlar.
Sözün kısası, bu krizden çıkarken, şu ya da bu şekilde, kapitalist sistemin
sömürüsünün kurbanı olan çalışanları daha fazla sömürmeyi istiyorlar. Krizin
patlak vermesi sonrası, ülkelerin belirli politikalar aracılığıyla bankalarını
destekleme çabaları kapitalist kalkınmanın korunmasında burjuva devletin rolünü
kanıtlamaktadır. Krizden çıkma yolu olarak "Keynesçi modellere"
dönüşe ilişkin sosyal demokrat yaklaşımlar veya "yeşil" kalkınmaya
ilişkin bildiriler hiçbir durumda kriz karşı köklü çözümleri teşkil
etmemektedirler. Buna ek olarak, Uluslararası Kredi Derecelendirme Kuruluşları
da halk karşıtı politikaların uygulanma çabasını ve halkların aleyhine oynanan
borsa oyunlarını güçlendirmektedir.
Bir yandan yoksulluğun yayılması ve diğer yandan servetin giderek daha az elde
birikimi arasındaki kapitalizmin karakteristik çelişkisi keskinleşmektedir.
Sahra altı Afrikası’nda ve Güney Asya'da, 2010 yılında nüfusun %70'inden
fazlası (günde 2 dolarlık gelire denk gelen) yoksulluk sınırının altında
yaşamaktaydı, diğer taraftan aynı yıl dünyanın Gayrı Safi Hâsılası kişi başına
18 bin dolardı. Bugün dünya nüfusunun en yoksul %40'ı dünyadaki zenginliğin
%5'ine, öte yandan dünya nüfusunun en zengin %20'si ise dünya zenginliğinin
%75'ine sahip durumdadır. İnsanlığın en azından %80'i günde 8 dolardan az bir
parayla yaşamakta, her gün 25 bin çocuk yoksulluk sebebiyle ölmekte, okuma
yazma bilmeyenlerin sayısı 1 milyar düzeyinde hesaplanmakta ve su sorunu
insanlığın yarısına eziyet çektirmektedir.
Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi emperyalizmin elindeki
alet örgütlerin kamu borçlarını bahane ederek ülkelere ve halklara dayattığı
baskıcı önlemler, finans sisteminin kontrolsüz ve güvensiz işleme şartları ve
tekelci-çokuluslu sermayenin yararına Dünya Ticaret Örgütü’nün dayattığı küresel
ticaretin sömürücü koşulları krizi yoğunlaştırmakta, ülkelerin sosyal ve siyasi
problemlerini keskinleştirmektedir.
Kapitalizmin -artık- daha barbar bir biçimde orta ve doğu Avrupa'da, eski
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ülkelerinde ortaya çıkma süreci sosyalizmin
sosyal kazanımlarını yok ederek, yeni eşitsizlik ve yoksulluk bölgeleri
yaratmış ve nüfusun büyük kısmını sosyal dışlanmaya ve muhtaçlığa
sürüklemiştir.
Küresel krizin kapitalizmin merkezindeki ülkelerde (ABD ve AB'de) ortaya çıkışı
bu ülkelerde yoksulluğun, işsizliğin ve sosyal dışlanmanın son yıllarda
dramatik boyutlar aldığı yönünde 16. Kongremizin değerlendirmesini doğrulamıştır.
Kapitalist aşırı kâr elde etme mantığıyla ekonomik kalkınmanın, bir noktadan
sonra insanların hayatını iyileştirmediği, tam aksine tüm dünyada yaşamın
kötüleşmesine sebep olduğu kanıtlanmıştır.
Bilimin ve teknik uygulamaların sürekli olarak gelişmesine rağmen, bunların
insanlığın tümü yararına değerlendirmesinde kapitalist sistemin doğasında var
olan zaaf son yıllarda daha da açık bir çelişki haline gelmiştir. Kapitalist
oligarşinin tek arzusu aşırı kâr elde etme hedefine hizmet eden bilimsel ve
teknik yeniliklere odaklanılmasıdır. Oligarşi diğer taraftan insanların hayat
koşullarını ve kültürel gelişimini iyileştirebilecek bilimsel araştırma ve
ilerleme alanlarını da yok saymakta ve ihmal etmektedir.
Δεν υπάρχουν σχόλια:
Δημοσίευση σχολίου